14 Mayıs 2024 Salı

FENA KİTLERİM

Her geçen gün yeni kavramlar, yeni kelimeler ekleniyor dilimize. Sonra bir de aynı kavramların farklı versiyonları… 

Gençlerin, özellikle de belirli bir harçlıkla hayatını idame ettiren öğrenci milletinin arasında “KİTLEME” denilen bir olay var mesela. Anlamı herkesçe malum olsa da kısaca açıklayayım: Bir mal ya da hizmet alımında yapman gereken ödemeyi karşındakine yaptırma durumu. Örneğin çay, kahve içersin hesabı kitlersin, bir yere gidersin yol parasını kitlersin vs. Bu kitleme olayı ise genellikle eylem gerçekleşmeden yapılır. Hatta bu kitleme durumunun “Kanka bugün çaylar senden.” ya da “Hacı taksi paralarını ateşlersin.” gibi çeşitli söylemleri vardır. 

Geçtiğimiz günlerde kitlemenin yeni bir versiyonunu öğrendim. Lakin bu versiyonda bir fark var. Bu kez kitleme, eylem gerçekleşip son bulduktan sonra yapılıyor. Örneğin bir şeyler yiyip içiyorsunuz sonra kalkarken guruptan birine dönüp başınızı sağa doğru hafifçe eğerek ve mutlaka uzatarak şöyle diyorsunuz :“Allah kabul etsinnnnnnn!” 

Denemeyenlere şiddetle tavsiye olunur. Hadi bakalım:

- Allah kabul etsinnnnn!

7 Mayıs 2024 Salı

ÇOCUK İSİMLERİ

Bazen öyle ilginç ve enteresan isimlerle karşılaşıyorum ki “Çocuklara konulan isimler bir intikam yöntemi olabilir mi acaba?” diye düşünmekten alamıyorum kendimi. Hamilelik anne ve baba için zorlu bir süreç. Bulantısı var, canının olur olmaz şeyleri istemesi var; ağrısı, sızısı var. Doktoru, kontrolü, tedavisi, vitamini, proteini var. Bunlarda fiziksel zorluğu anne adayları çekse de naz, kapris çekme; olur olmaz gıda maddelerini zamanlı zamansız bulmaya çalışma; eşlerini doktora taşıma, ev işlerinde yardımcı olma, anne adaylarının depresif durumlarıyla cebelleşme gibi kısımlar babalara düşüyor. Dolayısıyla her iki taraf için de zorlu olan bu sürecin intikamını alma isteği çocuğa isim seçimine etki ediyor olabilir mi? “Dokuz ay bize çektirdin al bakalım bu ismi, sen de hayatın boyunca bunu çek.” gibisinden… Zira bazı isimleri mantıkla açıklamak pek mümkün olmuyor. 

Ülkemizdeki pek çok çocuğun isim kaderini bir zamanlar trend olan, belki hala trenddir bilmiyorum, anne ve babanın hecelerinden isim türetme ilginçliği belirlerdi mesela. Bu isimler anne ve babanın hecelerinden oluşturuluyor; genellikle de bebek kızsa annenin ilk hecesi babanın son hecesi, erkekse babanın ilk hecesi annenin son hecesi alınıyordu. Şimdi düşünüyorum da bu trende uymadıkları için kendi ağabey ve ablalarıma minnettarım. Yoksa adları Mirol, Binmet, Ahgül, Birya ve Yagül adlı yeğenlerim olacaktı ki en kötüsü de adında gül bulunanların erkek olacak olmasıydı. 

  Ailelerin zıt karakterli kişilerin isimlerini uyumlu koyma çabasına ne demeli? Fuat- Suat, Birol- Gürol, Birgül- Bingül, Atakan- Atacan, Didem- Çiğdem… Kardeş dediğimiz canlıların temel özelliği karakterlerinin zıt olmasıdır. Karakteri zıt olan iki insanın ise tüm özellikleri baştan ayağa zıt olur. Lakin aileler böyle taban tabana zıt iki insana uyumlu ad koyma sevdasına her daim yenik düşüyor. Bu uygulamaya göre de ikinci çocuk kader kurbanı oluyor. 

Çocuklara isim koyma konusunda bir başka tuhaflık ise kendisinden önceki kardeşlerinin cinsiyetine göre durum ya da temenni bildiren isimler verilmesi. Döndü, Döne, Yeter, Dursun… Sonra çocuğun doğum sırasına ya da kardeşler arasındaki yaşa bağlı olarak verilmiş isimler mevcut: İlkin, İlksen, Ardıl… Durum bildirme hususunda bir de “İmdat” var ama bu konuda detaya girmeyeceğim. 

En kötüsü de iyelik ekiyle biten isimler diye düşünüyorum. Çocuk senin çocuğun, canındır, ciğerindir, en değerlendir, en sevdiğindir, ona karşı en güzel hitapları, en özel sevgi sözcüklerini kullanmana saygı duyarım. Ama beni kendi çocuğuna neden “Aşkım, Gülüm” demek zorunda bırakıyorsun ki!

1 Mayıs 2024 Çarşamba

YAYALARA SAYGIM SONSUZ DA…

Araç kullanmaya başladığımdan beri yayalara saygılı bir sürücü olmuştum. Bu, saygılı bir sürücü olmaktan neden vazgeçtiğimin hikâyesidir.

Ülkemizde yayalara saygı herkesin malumu. Yaya geçitleri hiçbir zaman işlevini yerine getirmiyor. Her daim beklemek ve yol vermek zorunda olan yaya oluyor. Buna rağmen arkamdaki sürücülerin kornalarına, selektörlerine, el kol hareketlerine ve duyamadığım lakin kulaklarımda yanma olarak hissettiğim korkarım ki ailemin bazı üyelerini de kapsayan söylemlerine dahi aldırmadan ısrarla yayalara yol veriyordum. Kimse vermese de ben veririm, kimse yapmasa da ben yaparım diye Don Kişotluk yaparak üstelik. Avrupalılar yayalara saygıyı ne güzel yerleştirmişler, bizim ülkemizde neden yok diye hayıflana hayıflana üstelik. Yayalara yol vermeyen sürücülere saydıra saydıra üstelik. Türkiye’de yayalara neden yol verilmediğini ya da en azından yol vermeyenlerin haklılık payı olduğunu anladığım ve yayalara yol vermeyi bıraktığım o olaya kadar bende durum buydu. 

Trafik lambalarının olduğu dört yol ağzı bir caddede karşıya geçmek için bekliyordum. Yayalara kırmızı ışık yanarken diğer tarafta araçların durmasını fırsat bilen üç amca yola atladı. O esnada ışık yeşile dönünce araçlar hareket etti. Amcalar yolun ortasında kaldı. Amcalar tam geri çekilme manevrası yapacakken sürücülerin biri durup yol vermeye çalıştı ama diğer şeritteki sürücü amcaları sallamadı. Duran sürücüyü gören amcalar geri dönmeye çalışırken biri tekrar ileri atıldı, diğerlerini peşinden sürükledi. Yol veren sürücü hala dururken diğer şeritte ki sürücüler ardı ardına geçmeye devam etti. Amcalar geri dönüp, kendilerini kaldırıma zor attılar. Sonrasında da birbirine girdiler. İki amca dönüşlerine engel olan amcayı suçlayıp azarlamaya başlayınca, geçmeye çalışan amca arabaların arkasından şu tarihi cümleleri söyledi. 

-Hepsi geçiyor sen niye durup yol veriyorsun (!) “Gizli ve yasal olmayan cinsel ilişki öncesinde aracılık eden kimse.”

NOT: Amcanın ağzını doldura doldura, üstüne basa basa telaffuz ettiği sözcüğü (!) burada yazamadım. Lakin TDK’nın sözlüğüne yazınca tam olarak yukarıdaki açıklama çıkıyor. O olaydan sonra bir daha yayalara yol verirsem “Atgillerden, uzun kulaklı binek ve hizmet hayvanı” olayım demekten alamadım kendimi. O gün bugündür kimseye yol vermiyorum.

23 Nisan 2024 Salı

GÖZ KARARI

Ev hanımları için güzel yemek, pasta, börek yapmak; mutfaktaki beceriler, özellikle de bir ya da bir kaç yiyecek konusunda duayen olmak önemli bir mevzu. Gün tabir edilen organizasyonlarda yaptıkları pasta, börekler kadınlar için adeta prestij meselesi. Herkesin kendisini geliştirip onunla anıldığı, gün sırası o kişiye geldiğinde diğer hanımlar tarafından sipariş edilen birkaç tür mevcuttur muhakkak. Aysel Hanım’ın sarması, Melahat Hanım’ın su böreği, Hülya’nın kısırı, Neriman’ın bilmem nesi… 

O yiyeceği hiç kimse o kişi gibi yapamaz. “Ayyy! Ben de yaptım hem de senin tarifinle ama olmadı.” gibi cümleler duymak çok olasıdır. Bu cümledeki eksik, “senin tarifin” tamlamasındaki sıfattır. “Senin eksik tarifin!”. Zira kadınlar hiçbir zaman tarifleri tam olarak vermez. Ya bir ya da birkaç malzemeyi eksik söyler ya da işin sırrı olan tüyoları kendisine saklar. Bir de göz kararı olayı vardır. Malzemeler doğru verilse bile miktar asla söylenmez. Göz kararı koyuyorum. Artık nasıl bir gözse sanırsın dijital mutfak tartısı. Böylece kimsenin kısırı Hülya’nınki, kimsenin dolması Leyla’nınki gibi olmaz.

Kadınların yemek tarifi vermeme ya da yanlış tarif verme tuhaflığının kökeni Çin’e dayanıyor düşüncesindeyim.  Bize Çin’den bulaşmış. Göktürkler, yerleşik yaşayıp tarım yapan Çin’e tarım ürünleri konusunda bağımlı olmaktan rahatsızlık duyuyorlar. Bir gün Göktürk hükümdarı Kapgan Kağan kendi tarımımızı yapmak amacıyla Çin’den vergi olarak 1250 ton tohumluk buğday ile üç bin adet tarım âleti alıyor. Göktürkler, Çin’den aldıkları tohumluk buğdayla hemen tarıma başlıyor, büyük bir hevesle. Araziler tarla haline getiriliyor, temizleniyor, sürülüyor, ekiliyor, sulanıyor. Herkes canhıraş bir çabayla abanıyor tarla işlerine. Her şey tarife uygun tastamam yapıldıktan sonra geriye buğdayların başak vermesini beklemek kalıyor. Günler günleri, haftalar haftaları kovalıyor lakin buğdaylar değil başak vermek ufacık çimlenmiyorlar bile. Ve 1250 ton buğdaydan bir buğday tanesi bile elde edemiyorlar. Onca emek, malzeme ve beklenti boşa gidiyor. Göktürkler “Ayyy! Biz de ektik hem de onların buğdaylarından ektik ama bizim buğdaylar Chanlerin buğdaylar gibi olmadı,” diye ortalarda dolanıyorlar boş yere. Sonradan anlaşılıyor ki, yıllar sonra neredeyse tüm Türk kadınlarına geçecek olan yanlış tarif ya da malzeme verme geleneğinin temelleri o gün atılmış. Göktürklerin kendileri gibi tarım yapmasını istemeyen Çin İmparatoriçesi olacak hatun buğdayı bizimkilere pişirerek vermiş.

16 Nisan 2024 Salı

KİRLENMEK ÜTOPYADIR

Küçük çocukların genelde reklamlarda gördükleri yiyecek, içecek, oyuncak gibi şeyleri isteme eğilimleri herkesin malumu. Çocuklarınızın reklamlarda görerek “Ben bundan istiyorum.” diye tutturmalarına tanık olmuşsunuzdur muhakkak.  Ufak tefek istekleri yerine getirmek kolaydır lakin bazen çocuklar reklamlarda aile bütçesini aşan ürünler gördüğünde işler karışır. Bir cenahta o ürün için mızıklayan çocuk öbür cenahta bunu alamayan aile.  Peki,  her türlü maddiyatı aşan bir şey isteyen bir çocuğunuz oldu mu hiç? 

Benim de çocukken ben bundan istiyorum diye tutturduğum, özendiğim, deli gibi arzu ettiğim bir şey olmuştu. Lakin hiçbir paranın almaya gücünün yetmeyeceği bir şeydi. Ben bir deterjan reklamı annesine takmıştım kafayı. Ben bu anneden istiyorum, diye. 

Mükemmel bir anneydi. Benim çevremde hiç öyle bir anne yoktu. Oysa bir sürü anne tanıyordum. Kendi annem, arkadaşlarımın annesi, anne olan komşu teyzelerim ve akrabalarım hatta filmlere, dizilere çıkan anneler… Hiçbiri öyle değildi. O anne bir melekti. Çocuğuna beyaz renk kıyafetler giydirip sokağa gönderebiliyordu. Benim ve arkadaşlarımın anneleri bize bırak beyaz giydirip sokağa salmayı, beyaz kıyafet almıyordu. Beyaz giyebildiğimiz tek şey fanilalarımızdı, onda bile bir araya geldiklerinde başka mevzu yokmuş gibi bu atletleri neden sadece beyaz ürettiklerine dair söylenip duruyorlardı. 

Çocuk nasıl becerdiğini bir türlü anlamasam da üstü başı çamur içerisinde eve geliyor; çamura ek olarak dondurma, çikolata, meyve suyu lekesi vs ne ararsan oluyordu üzerinde. Ona rağmen annesi gülümseyerek kapıyı açıyor; çocuğunu gördüğünde o gülümseme devam ediyor; çocuğu banyoya götürüp üzerini sevgiyle değiştirip, tekrar bembeyaz kıyafetler giydirdikten sonra mutfağa götürüp, üstündeki lekelere bakılırsa biraz önce dünyayı yemiş olmasına rağmen bir de önüne güzel yiyecekler koyuyordu. Bizim annelerimiz bakkaldan sadece bir şey o da ufak bir şey almamıza yetecek kadar para veriyordu. Hem dondurma  hem çikolata hem meyve suyunu aynı gün içerisinde geçtim biz aynı hafta içerisinde bile göremiyorduk çoğu zaman. Biz çaldığımızda, yine ne istiyorsun, diye açılan kapılar vardı. Ayrıca biz eve biraz önce dünyayı yemediğimiz için acıkarak gelmemize rağmen ya akşam yemeği bekletilirdi ya da en iyi ihtimalle bir dilim ekmeğin üzerine bir miktar salça sürülürdü. 

Çamurlu havalarda dışarı çıkma lüksümüz de yoktu. Zaten yerler çamurluysa hava muhakkak soğuk olurdu. Sıcak havalarda da öyle çamurlu olmazdı sokaklarımız. O çocuk bir tek sokak konusunda şanssızdı. Dışarıda güneş pırıl pırıl parlasa da, kısa kollularla sokağa çıktığına göre yaz mevsimi olmasına rağmen sokaklarındaki çamur hem de balcık çamur hiç kurumuyordu. Eskiden mevsimlerin daha kesin ve keskin olduğu bilgisinden hareketle yaz günü yağmur yağma olasılığı yok denecek kadar az olduğundan ya sokakta asla tamir edilmeyen patlak su boruları vardı ki bu durum yıllar önce İstanbul’un yaşadığı su sıkıntısını da açıklayabilir ya da o annenlerin oturduğu semtin belediyesi hiç iş yapmıyordu. Üstelik de evlerinin durumundan zengin oldukları anlaşılan lüks bir semtte. 

Ayrıca bu anne, oğlunun her yere gitmesine izin veriyordu sanırım. Biz kapının önünden ayrılamazdık. Üç adım ötedeki bakkala giderken bile haber vermek, annelerimiz balkondan ya da camdan baktığında görüş mesafelerinde olmak zorundaydık. En iyi ihtimalle seslendikleri zaman maksimum iki dakika içerisinde görüş açısına girecek kadar uzaklaşma cesareti gösterebiliyorduk. Bu çocuk dağ, tepe, orman, bayır, deniz, göl her bir yeri geziyordu. Bütün bu alanları coğrafi açıdan birbirine yakın yerlerde bulması mümkün olmadığından bir gün içerisinde hatta okuldan sonra gittiği göz önünde bulundurulursa üç dört saat içinde buralara gidebiliyordu ki bu da ancak otostopla mümkündü. Belki de böyle süper annesi olan bir çocuğun süper güçleri vardı, bilemiyorum. 

Bizim kapımızın önünden ayrılma lüksümüz yoktu. Oynadığımız sokaklar asfalttı. Ne beyaz giyebiliyorduk ne yiyeceklerimiz üzerimize dökeceğimiz kadar çoktu ne de çamurlu havalarda dışarı çıkabiliyorduk. En kötüsü de Allah korusun kazara üzerimizi kirletirsek bizi sevgiyle karşılayıp banyoya sokan anne modeli henüz bizim sokağa gelmediğinden kirlenmek bizim için ütopya, kirli kıyafetlerle eve gitmek kâbustu. Bu nedenle tüm çocukluğum o anneye özenmekle ve o şanslı çocuğu kıskanmakla geçti. Oysa onu hak eden bendim. Çok uslu bir çocuktum. Onun sorumsuz oğlu gibi değildim. 

O anneyi farklı kılan şeyin eğitim ve maddi imkânlar olduğuna inandım yıllarca. O anne kesin üniversite mezunuydu ve iyi bir geliri vardı. Yıllar sonra anne olan iyi eğitimli ve iyi gelirli arkadaşlarım arasında da bulamadım öyle bir anne. Sonunda anladım ki o anne de en az kirlenmek kadar ütopikmiş, en azından bizim ülkemizde.

4 Nisan 2024 Perşembe

ACABA NE YESEK?

Dünya mutfağı çok ilginç. İnsanoğlu her şeyi yeme eğiliminde sanırım. Bu eğilim yemek programları ve gurmelerle daha da arttı. Dünyanın çeşitli mutfaklarında salyangoz, köpek, canlı ahtapot, bilumum böcekler, akrep, tarantula, kurbağa bacağı, döllenmiş ördek yumurtası, eşekarısı larvası, denizanası, maymun beyni,  kuzu gözü, karınca yumurtası gibi birbirinden itici şeyleri yiyorlar. Türk mutfağı kesinlikle makul. Bazen bazı şeylerin suyunu çıkarsa da… 

Bir arkadaşımız memleketindeki bir çorbacıdan bahsediyor. Çorbaların lezzetini öve öve bitiremiyor. Lakin bizim asıl dikkatimizi çeken şey çorbacıdaki çorba çeşidinin sayısı oluyor. Arkadaş, lokantada tam 120 çeşit çorba olduğu bilgisini verdiği andan itibaren bizim için olay çok bilinmeyenli denkleme dönüşüyor. 120 çeşit çorbanın imkansızlığı üzerinde uzun uzun tartışıyoruz. Bizim çorba literatürümüz tarhana, mercimek, domates, yayla, ezogelin, tavuk suyu, et suyu, şehriye, işkembe, kelle paçayla sınırlı. Hadi patlıcan, soğan, kremalı mantarı da ekleyeyim en fazla on beş çeşide çıkabiliyoruz. Olsa olsa aynı malzemelerle aynı çorbaları farklı şekillerde yapıyorlardır diye fikir yürüten arkadaşlar oluyor. Domates çorbası, kaşarlı domates çorbası gibi. Çorbacı reklamcısı arkadaşımız öyle olmadığını iddia ediyor. Merakımıza yenik düşüyoruz ve yaklaşık 200 km yolu göze alarak çorbacıya gitmeye karar veriyoruz. Bu kararı vermemizde en büyük etken de sürekli olarak gurme olduğunu iddia eden bir arkadaşımız oluyor. 

Gurmeliğin doğuştan geldiği, sonradan gurme olunmayacağı konusunda ısrarcı olan arkadaşımız bu çorbacıya mutlaka gitmesi gerektiğini, kendisi gibi bir gurmenin bundan mahrum olmaması gerektiğini söylüyor. Dahası çorbaların gerçekten lezzetli olup olmadığını tescillemek istiyor. Bir hafta sonu kalkıp gidiyoruz. Gitmeden önce de arkadaşımızdan lokanta sahibinin kendisini çorbalara adadığını, bu işi hobi olarak yaptığını ve en önemlisi çorbalarının beğenilmesi konusunda hassas olduğunu öğreniyoruz. Ancak bu gereksiz bilgiye o an pek itibar etmiyoruz. 

Çorbacıya girdiğimizde duvarı bir baştan bir başa kaplayan çorba listesini okumaya başlıyorum. Hamsi çorbasına geldiğimde hem sıkıldığım için hem de hamsinin bile çorbasını yaptılarsa üç yüz yirmi çeşit bile çorba yapabilirler diyerek okumayı bırakıyorum.  Garson sipariş almaya geldiğinde doğuştan gurmemiz hariç hepimiz mercimek, yayla, domates gibi bildiğimiz, tanıdığımız, aşina olduğumuz, bizi şaşırtmayacak, hayal kırıklığına uğratmayacak, güvenilir ve en önemlisi kesinlikle yiyebileceğimiz çorbalardan sipariş veriyoruz. Bizim gurme, ben biraz daha inceleyeceğim mönüyü, henüz seçemedim, diyerek gönderiyor garsonu. Eksantrik çorbalar deneyecek illaki. Yapma etme bildiğinden şaşma, tuhaf bir şey gelir yiyemezsin dediysek de dinletemiyoruz. Ben doğuştan gurmeyim, insanlar gurme olmaz, gurme doğar, her şeyi tadabilirim diye diretiyor. Lakin yeterince gurme değilmiş anlaşılan Alişka, Miso, Pirpirim, Toyga, Bıtbıt, Püşürük, Düğürcük gibi bir sürü enteresan çorba arasından isteye isteye paça çorbası istiyor.  

Bizdeki bilgi “Hayvanın kellesinden yapılan çorbaya paça denir.” şeklinde. Lakin onlar hayvanın ayağına paça diyorlarmış. Arkadaşın önüne ayak çorbası geliyor. Hayvanın kellesini yüzme konusunda bir sıkıntı yok ama aynı şey ayak için geçerli değil sanırım. Aşçılar ya ayağı yüzememiş ya da bin çeşit çorba yetiştireceğiz diye yüzmemiş. Zira yüzmek fiilinin kullanılacağı tek şey çorbanın üzerinde yüzen kıllar oluyor. 

Üzeri kılla kaplı çorbayı gören arkadaşın rengi mütemadiyen değişmeye başlıyor. Biraz önce söylediklerini yutamadığından, kıllarla cebelleşmeye başlıyor. Kaşığıyla kılları önce sağa itiyor, olmuyor. Sonra sola itiyor, yine olmuyor. Pes etmeyip başka bir kaşığın yardımıyla iki yana itip arayı açmayı deniyor lakin o zaman da çorbayı yeme şansı kalmıyor. O çorbasıyla cebelleşirken biz çorbalarımızı afiyetle yiyoruz tabi. Sonrasında kendisine yardımcı olalım, biz kılları tutalım o yesin diye iki arkadaş el atıyoruz olaya. Bizim çorbanın üzerine eğilmiş bir şeyler karıştırdığımızı görmüş olmalı ki lokanta sahibi olduğunu düşündüğümüz, insan irisi bir arkadaş arkasında en az kendisi kadar cüsseli iki kişiyle tepemize dikilip “Bi durum mu var gardaş?” diye soruyor. Adamın soruş tarzı herhangi bir durumu dile getirme cesareti vermek bir yana, ağzımızı açmaya bile korkacağımız şekilde olduğundan bir şey diyemiyoruz. Çorbalarına laf etmekle aile efradından ya da sülalesinden bir takım kişileri uygunsuz sıfatlarla anmak, nazarında aynı şeymiş gibi duran adam hakkında daha önce öğrenip gereksiz olduğunu düşündüğümüz “Lokanta sahibi çorbaları konusunda hassastır.” bilgisi birden önem kazanıyor. Çorbacılık işini tamamen hobi olarak yapan bu iri ve ürkütücü arkadaşın boks falan gibi başka hobileri olup olmadığı endişesi şöyle bir yokluyor beni. Bizim doğuştan gurme, sanki içemediği çorbanın az sonra parasını ödeyecek bir müşteri değil de misafirliğe gitmiş mütevazi bir konuk edasıyla çorba çok güzel olmuştan başlayıp ellerinize sağlık, çok zahmet etmişsinize kadar götürüyor övgüleri hatta cümlesini Allah razı olsunla noktalıyor. 

Bir sorun olmadığına ikna olan çorbacı yanımızdan uzaklaştığında rahat bir nefes alıyoruz. Sonra hep birlikte sıkıştırmaya başlıyoruz arkadaşı çorbasını içsin diye. Her şeyi yiyebileceğini iddia eden doğuştan gurme bunun imkansız olduğunu söylüyor. Arkadaş çorbasını içiyormuş gibi yapmaya çabalarken başka bir arkadaş hesabı ödüyor. Lokanta sahibini gözetlemeye başlıyoruz. Başka bir masaya gittiğini görünce fırsatı ganimet bilip apar topar çıkıyoruz dışarı.  Bizi, yemek yiyip hesabı ödemeden kaçsak en fazla bu kadar gerilebileceğimiz bir duruma düşüren doğuştan gurmemize yol boyu takılmadan edemiyoruz. “Gurmelik doğuştan gelir. Sonradan gurme olunmaz.”

21 Mart 2024 Perşembe

ANADİL CANDIR

Tıp Fakültesindeki öğretim elemanlarına sesleniyorum. Ne yapıyorsunuz orada gençlere de anadillerini unutuyorlar. Bize geldiklerinde böylelerdi demeyin, yemeyiz. Zira her yıl Tıp Fakültesine en az elli öğrenci yolluyoruz ki burada elli mübalağayı abartmak için söylenmiş bir rakam değil, istatistiklerden çıkarılan bir veridir.  Her birinin Türkçeyi çok iyi bildiklerine ben şahidim. Daha önemlisi Tıp Fakültesine girebilmek için en az Fizik, Kimya, Biyoloji kadar Türkçe soruları da yapmak zorundalar. Dolayısıyla o fakülteyi kazanan biri normal bir vatandaşın bildiğinden en az sekiz dokuz kat daha fazla Türkçe bilgi ve becerisine sahip. Doktor adaylarına anadillerini Tıp Fakülteleri unutturuyor, kimse inkâr etmesin. 

Birileri de doktorlara Türkçeyi yeniden öğretsin. Sonra şu tahlil, MR gibi şeylerin sonuçları da lütfen Türkçe yazılsın. Kullandığımız terimlerin Türkçe karşılığı yok falan diye savunma mekanizmalarını kabul etmiyorum. Talep etsinler TDK bulsun. Zamanında “Bilgisayardan buzdolabına, belgegeçerden gök götürür konuksal avrata hatta oturgaçlı götürgeçe” kadar bir sürü kelime türetmişler. İstesinler biz de yardımcı olalım, bu hususta gayet başarılı bir toplumuz. Sağlıklıyken endişeden öldürecekler ya da kalpten götürecekler insanı. Semptom, lezyon, inflamasyon, transformasyon... Ayrıca görünen o ki mesele Türkçe karşılıklarının olmaması değil. Zira transformasyon yazdığımda uyarı verdi bilgisayar. Türkçesi varmış: “Dönüşüm”. Bir tahlil sonucunda her ne kadar neyin neye dönüştüğünü anlamasak ve kulağa ürkütücü gelse de en azından “Belki iyi bir şeye dönüşmüştür.” diye rahatlatabiliriz kendimizi. Ama öyle bir yazıyorlar ki insanın vasiyetini yazası geliyor. Sonra sevdikleriyle vedalaşmak falan cabası... Hiç birini yapamıyorlarsa en azından not düşsünler bir şeyiniz yok diye.

Geçen gün doktora gittim. MR sonuçlarımı aldım elime. Aman Allah’ım dünyam başıma yıkıldı. Bir an önce durum ne kadar kötü, ne kadar zamanım kalmış diye öğrenmek için doktora koştum. Doktor ameliyatta dediler. Can havliyle ameliyathaneye gittim. Hasta yakınlarından daha fazla panik, endişe, korku vardı bende. Mevzuyu bilmediklerinden bir ara acaba hastanın yakını mıyım, tanımadıkları bir akraba mıyım falan diye çok bilinmeyenli bir denkleme dönüştü varlığım. “Gayrimeşru kızı mı acaba?”ya kadar götürdüler işi. Hasta sağ çıkamasa bir sürü kişinin aklında soru işaretleri bırakarak gidecek merhum. Sadece doktoru beklediğime elimdeki raporu gösterince ikna oldular. Sonra herkes içerideki hastayı bıraktı. Hep beraber bana üzülmeye başladık. Teyzelerden biri olsun daha gençsin atlatırsın belki diye teselli bile etti beni. Doktor çıktığında, ameliyat nasıldı diyen olmadı. Hep beraber raporu gösterip, benim durumumu sorduk.  Doktor baktı, bir şeyiniz yok, dedi. Tüm sempatiyi ve merhameti anında kaybettim. Hatta senin yüzünden kendi derdimizi unuttuk, bir şeyin de yokmuş bakışları dolaşmaya başladı üzerimde. Kendimi dışarı zor attım.

Madem iyiyim neden üç buçuk sayfa anlattınız durumumu o zaman? Neden lezyon, mezyon, semptom, memptom bir sürü şey sıraladınız. Kısaca bir şeyin yok yazsaydınız olmuyor muydu? 

Demem o ki birileri şu doktorları ya sustursun ya da tekrar Türkçe konuştursun. Lütfen olmuyor böyle.